Ana içeriğe atla

Hayat Ne Tuhaf, Uzaklar Falan


“Çok bilen çok yalınır” / Sevan Nişanyan

Ama ne kıştı! Rüzgar etkisiyle hissedilen sıcaklık -40 santigrat dereceye kadar düştü. Yıllardır dünyanın bu yöresini ev bellemiş pek çokları dahi şaştı bu duruma. Bu şehrin Güney Kutbu'ndan ve hatta Mars yüzeyinden daha soğuk olduğu esprileri yapıldı, gazetelere manşet oldu. Hoş, dostlar arasında geçirilen en soğuk günler bile, bir zaman sonra geriye dönüp bakıldığında sıcacık anılar olarak belirebiliyor insan belleğinde. 

- Her yıl, yaz gelince böyle cıvıl cıvıl oluyor dört bir taraf. Sonra koca yazı devirince, yeniden kışa girerken derin bir umutsuzluk kaplamıyor mu insanın içini? Hani, sanki Turgut Uyar Ottawa kışını düşünerek yazmış dizelerini: “Eylül toparlandı gitti işte / Ekim falan da gider bu gidişle”. 

- Öyle olmuyor. Kış biter bitmez siliyoruz hafızalarımızdan her şeyi. Sanki ağaçlar hep yeşilmiş, şu dereler hiç donmazmış, hep böyle usul usul akarmış sular gibi geliyor insana. Unutuyoruz soğuğu, fırtınayı. Sonra kış vakti geldiğinde, ömründe karı ilk kez gören bir çocuğun şaşkınlığı ve sevinci içinde oluyoruz yeniden. Yeniden keşfediyoruz mevsimin güzelliklerini. 

"Ottawa'nın kızılderili sıcağı"

Ottawa’nın buzlu kollarında geçen bir diğer kışın ardından, bir süre için çok uzaklarda, Ege kıyısındayım. Ege’nin maviliğinde kayboluyor, zamanın durmak bilmez akışına buradan tanıklık ediyorum. Elimde Sevan Nişanyan’ın Aslanlı Yol’u var. Olmadık bir yerde, olmadık bir anda karşıma çıkan bir paragrafın cazibesine kapılınca Nişanyan'la tanışıverdim bu yaz. Sıcak Bodrum günlerinin bir kısmında arkadaşlık ediyor bana şu an hapiste olan bu bilge adam, şöyle diyor:

“Çok fazla şey öğrenmişsin. Çok çeşit insan tanımışsın, farklı hayatlara girip çıkmışsın. Bir yer gelir, karşılaştığın herkes sana eksik gelmeye başlar. Ne kadar küçüktür dünyaları! Ne kadar uyduruk varsayımlar üzerine kuruludur yargıları! Ne kadar emin görünürler kendilerinden! Kimliklerini, folklorik bir kıyafet gibi üstlerinde taşırlar. Bu: solcudur. Şu: esnaftır. O: akademiktir. Öteki: mazlum Ermenidir. Beriki: üstün dünyaların Almanıdır. Seni de kendilerinden sayarlar, bağırlarını açarlar. Oysa sen onlardan değilsindir. Gittiğin her yerde 'ben burada değilim' duygusuyla yaşarsın. Feci bir yalnızlıktır.”


Bir çırpıda bitiriyor; gıptayla, heyecanla yutuyorum hayat hikayesini anlattığı kitabını; benzerlikler yakalamanın unutulmuş hazzı ile yeniden kucaklaşıp, eşsiz hayat derslerini ceplerime dolduruyorum. Ve bir kez daha öğreniyorum, yer yer derin görüş ayrılıkları yaşadığınız bir insanı yargılamadan kabullenmenin, anlamaya çalışmanın ne güzel renkler kattığını hayata. 

Şirince’ye gitme düşüncesi düşüyor aklıma. Nişanyan Evleri’nde bir gece konaklamak, el emeği ile ortaya çıkarılmış bu yapıları yakından görmek istiyorum. Senelerce atıl durumda bırakılmış yarım bir apartman inşaatıyken ele alınıp eski bir köşk görünümünde, otel olarak hizmete açılan konağa bu kez farkına vararak bakmak, onu bilmek istiyorum. Gitmişken matematik köyüne de uğramayı, henüz kurulma aşamasında olan felsefe köyü ile ilgili bilgi almayı planlıyorum. Ancak daha önce defalarca yolumun düştüğü, fotoğraflar çektiğim; sevimsiz, reçel gibi şaraplarını tattığım bu şirin köye bu yaz gidemiyorum maalesef. 

Eski Karakaya Köyü, Gümüşlük

Aklımda Şirince’de taş evler arasında kaybolmak varken, kendimi Bodrum Gümüşlük’te dağın tepesinde, kayaların arasına gizlenmiş 500 yıllık bir köyde buluyorum. Eski Karakaya Köyü, birkaç hafta önce Bodrum haritasını incelerken karşıma çıkmış, kuşe kağıdın üzerinde adeta bir yıldız gibi parlamıştı. 

Denizden gelecek korsan saldırılarından korunmak için oldukça yükseğe inşa edilen ve bugün yarı terk edilmiş halde bulunan köyün içine araçla girilmiyor. Köy girişinde araçları park etmek için küçük bir toprak park alanı yapılmış. Ağustos böceklerinin şarkıları eşliğinde yaklaşık beş dakika yürüyerek ulaşabiliyorsunuz Eski Karakaya’ya. Yazın güneşin batımına yakın bir saatte ziyaret etmenizi şiddetle öneririm zira gündüz sıcağında güneşin altında yıkıntıları gezmek pek keyif vermiyor insana. 

Harabe durumda evler var her yerde, dört duvardan ibaret. Yer yer onarılmış, içinde oturulan yapılar da göze çarpıyor. Kaktüslerle, arılarla ve eşsiz bir Gümüşlük manzarasıyla geçirdiğim yarım saatin ardından çevrede konuşacak birilerini arıyor gözlerim. Kimseler yok. Ağustos böcekleri hariç kimseden çıt çıkmıyor. Hava 36 derece. Aklı başında olan herkes ya denizde, ya evinde. Ben ne arıyorum tek başıma dağın başında?


Köyden Gümüşlük koyuna inerken sürekli duruyor, fotoğraf çekiyorum. Çorak sarı bitki örtüsünden denizin soğuk maviliğine gidiyorum. Deniz kıyısındaki çay bahçesinde çayımı yudumlarken hep aynı soru aklımda: “Ne arıyorum ben?”

* * *

Nişanyan’dan sonra yeni yol arkadaşım Ferhan Şensoy oluyor. Çocukluğunu ve gençlik dönemini anlattığı “Kalemimin Sapını Gülle Donattım” isimli kitap bir süpermarkette karşıma çıkıyor. Basılalı epeyce olmuş, yanılmıyorsam 2000’de piyasaya çıkmış. Ben yeni görüyorum.


Babam Çarşambalı, Şensoy da öyle. Bu yüzden çocukluğumdan beri bir sempati beslenir bizim evde Ferhan Şensoy'a.

Çok fazla tanımamakla birlikte seviyorum Şensoy’u. İstanbul’da yaşadığım onca yıl boyunca yalnızca birkaç kez gidebildim Beyoğlu’daki tiyatrosuna. Aslında pek çok kez, Halep Pasajı’na girince aklımı çelmeye çalışan Beyoğlu Sineması’na kulaklarımı tıkayıp tiyatronun yer aldığı iç bölüme geçmeyi başardım, ama ya bilet fiyatlarını çok yüksek buldum, ya programıma uygun saatte oyun yoktu.

Bu pasajda bile ne çok anı birikmiş, şimdi düşünüyorum da. Beyoğlu Sineması zaten başlı başına bir macera. Merdivenlerden sinemaya gitmek için aşağı değil de yukarı çıkarsanız gizli bahçesiyle Beyoğlu’nun gürültüsünden uzak Krepen karşılar sizi. Orada da epey yüklü duygular, epey değerli anlar bırakmışım. Merdivenlerden çıkmaz da yürümeyi sürdürürseniz, pasajın derinliklerine doğru artan rutubet kokusu eşliğinde SES Tiyatrosu’nu görürsünüz solda. Sonra küçük kitaplar, takılar, süsler satan dükkanlar, daha ileride. Oralarda yok mu geçmişimden düşüp kalmış parçacıklar? Gençliğin içime doldurduğu aşkla kol kola girip hayatımı anlamlı kılan kadınlara aldığım minik hediyeler saçılmamış mı sağa sola? Kendimden bir şeyler düşürmemiş miyim pas kokulu pasajın en dip köşelerine?

2011 baharında Benim İstanbul’um belgeselini hazırlarken –ki aslında program nesnel olduğunu iddia etse de oldukça öznel bir çalışmadır, çok fazla ‘özgün’ vardır sağında solunda köşesinde bucağında– Ferhan Şensoy’u da dahil etmek istemiştim projeye. Kimler yoktu ki, Sunay Akın, Buket Uzuner, Ataol Behramoğlu, Kerem Görsev, Hakkı Devrim, Mario Levi, Ara Güler, Haldun Hürel, Feridun Andaç, Nazlı Eray, Ece Temelkuran, Sevin Okyay, Hüsnü Arkan, Ahmet Ümit, Haydar Ergülen, Adnan Binyazar… Ferhan Şensoy da olmalıydı, vardı çünkü Özgün’ün İstanbul’unda. Fakat maalesef bütün iletişim kanalları kapalıydı, bir türlü ulaşamıyordum kendisine. Son çare tiyatronun gişesini arayıp yardım istemiş, oradaki görevliye derdimi anlatmıştım. Bir müddet sonra haber geldi, çok meşgulmüş Ferhan Bey zaman ayıramayacakmış. Israr etmeyi de beceremem ki oldum olası..

"Kalemimin Sapını Gülle Donattım"ı okudukça şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Bilge duruşlu usta tiyatrocu kimliğinin yanı sıra, hayatı doyasıya yaşamayı ilke edinmiş bir adam çıktı kapağın altından.

Şensoy'un sayfalarında sık sık yer verdiği “Kim oriğ çıkçek de suliycek la unnağ?” türünden Çarşambaca cümleler babaannemin konuşmasını anımsattı. Bağ kurmakta pek zorlanmadım. Babama okudum yer yer, güldü. Belli, çocukluğuna gitti.


Yeşilırmak’ın fısıltılarıyla başlayan serüvenin ta Kanada’ya; Montreal’e, hatta Ottawa’daki evimin birkaç sokak ötesine dek uzanacağını ise aklımın ucundan bile geçirmemiştim. Aşağıdaki satırlarla bitti kitap. Bitince sıkı sıkı elde tutulan, akıldan geçen türlü düşünceler eşliğinde evrilip çevrilen kitaplar vardır hani,  bu da öyleydi. Üstelik düşünürken “Hayat ne tuhaf” dedirtiyordu insana, “uzaklar filan.."

- Siz vatan için bugün ne yaptınız? diyorum. 

Boş bakıyor, çok uzaktaki kültürümüzün buradaki ateşli ateşesi. Askeri ateşe olması gereken tipi kültür ateşesi yapmışlar, kültür ateşesi olacak tip bulunamadığından herhalde. Ya da asker kültüre bulaşsın diye! Boş bakışından yararlanarak bir cümle daha ediyorum:

- Siz 27 Mayıs'ta da vatan için pek bir şey yapmadınız!

Son cümlem huzurdan kovulmamı sağlıyor. Huzur ile çıkıyorum Ottawa'nın kızılderili sıcağına. 

Paldır küldür terk etmem gerekiyor Montreal'i. Herkese borcumu ödemişim, uçak biletimi almışım, eyvallah lan labrador soğuk su akıntısı.

Son gün bankadaki üç beş kuruşumu çekip hesabı kapatıyorum, bankanın karşısındaki çiçekçiden bütün sevgililerime yirmidokuzar gül gönderiyorum ve karşılıksız bir çek kesiyorum Yahudi çiçekçiye, gül için interpol takılmaz bir şairin peşine diye düşünerek.

Komünist kız Veronique'le geçiriyorum son gecemi. Haziran'ın onuncu günü bir Salı sabahı, Yahudi çiçekçi elinde çekle bankaya ulaşamadan, Dorval Havalimanı'nda, Cevdet ağbim, Albayım Necdet, Ruşen ve Behzat yol ediyorlar beni. Uçağa binmek üzereyken telefonla arıyorum Monique'i:

- Eyvallah! Gidiyorum.

- Nerdesin?

- Dorval Havalimanı'ndayım. Uçağa binmek üzereyim.

- Bana bunu yapacağını biliyordum, diyerek çat diye kapatıyor telefonu yüzüme, uğruna buralara geldiğim kadın.

Birden havalanıyor uçak. Şarap istiyorum hostesten. Uçaklarda verilen mini şarap şişelerinin daha minisini icat etmişler Canada havayollarında. O şişeden bir kadeh çıkmıyor. Söz konusu şarap şişelerinden otuziki tane istiyorum. Algılayamıyor Kanadalı hostes. İçin, bitirince getiririm, tavrında.

- Bu şişelerle satranç oynıyıcam. İki takım, otuziki şişe!

- Satranç takımı verelim.

- Hayır içi şaraplı şişeyle satranç severim. Piyon piyonu alınca, kanını emiyor. Strippoker gibi... Kaybeden soyunuyor! İsterseniz ondan oynayalım.

Yanıt vermeden uzaklaşıyor hostes. Otuziki küçük şarap şişesiyle geri geliyor. Kuzey kutbuna ulaşıyor uçak.

Yepyeni bir sınav başlıyor aslında. Türkiye'de ne yapacağım? Nasıl yapılacak kafamın içindeki tiyatro? Önce askerlik yapılacak zaten. Samsun'a yerleşip Ferhan Sineması'nda tiyatro yapamaz mıyım?

- Bir arzunuz var mı? diye gülümsüyor hostes.

- Var. Bir tiyatro istiyorum!

Ferhan Şensoy,
"Kalemimin Sapını Gülle Donattım" 

* * *


Bodrum, 2014

Böyle geçti gitti işte bu yaz. Şimdi dondurucu kışa hazırım. Pek çok güneş ışığı, pek çok sarı hatıra depoladım; satır aralığından düne, yarına, kendime baktım. 

Bir kaç da film vardı aslında söz edilmeyi hak eden. 

Bir zaman onları da yazarım. 

Özgün Ulusoy,
Ağustos 2014 - Ottawa

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kuzey Pasifik'in Doğa Harikası: Vancouver - 2

Ne yorulduk arkadaş. Dün gece burlesque show dediler, o bar, bu bar dediler, sabahımız şaştı. Halbuki erkenden kalkıp arabayı hazırlayıp Whistler'a yola çıkacaktık. N'oldu ? Tabi ki sabah Whistler yolculu ğ una hazırlanmamız, kiraladığımız minibüse kayak malzemelerini ve 4 kişilik e şyay ı  doldurmamız tahminimizden daha uzun zaman aldı.

Svalbard: Kuzey Kutbu'na Beş Kala

Kuzey ne demek? En fazla ne kadar kuzeye gidebilir insan? Peki en fazla ne kadar kuzeyde sürekli yaşayabilir? Peki ne sebeple? Dünyanın en kuzeyinde, üzerinde insan yerleşimi olan son ada Svalbard. 2500 insan ve 3500 kutup ayısı tarafından paylaşılan, ıssızlığın somut-coğrafi karşılığı. Zannımca dünyanın en güzel ülkesi olan Norveç'e ait. Ama öyle bir duruşu var ki hiç bir aidiyeti üzerinde taşımıyor. Belki biraz kutup ayılarına ve foklara meyilli. Ama asla insana değil.

Kanada Mühendisi'nin Yüzüğü

Mühendislik Yüzüğü  Kanada üniversitelerinin herhangi bir mühendislik dalından mezun olan öğrencilerin, özel bir seremoni eşliğinde taktıkları yüzüktür. Paslanmaz çelikten veya incelikle işlenmiş demirden yapılmış olan bu yüzükler; kalem tutan, imza attığınız, dominant elinizin serçe parmağına takılır ki, bir proje imzalarken, bir dizayn yaparken yüzeye ilk yüzük temas etsin ve çıkarttığı t ını  ile size hata yapma olasılığınızı ve mühendislik etikleri üstüne ettiğiniz yemininizi tekrar tekrar hatırlatsın.

Avustralya'da Peri Penguenleri Kazandı!

Türkiye’nin en köklü çağdaş sanat fuarı Contemporary Istanbul’un 10. senesi onuruna Londra’da  gerçekleştirdiğimiz davet sonrası, İstanbul’a dönmek üzere yola koyulduk. Haziran ayı malum uçaklar peş peşe havalanıyor, rötarlar,uçak içinde beklemeler. E biz de bu yoğunluktan nasibimizi aldık tabi. Türk Hava Yolları’nın İstanbul uçağının içinde, kemerler takılı, bir saatten fazla uslu uslu kalkışı  bekledikten sonra nihayet o büyük an geldi ve havalandık. Bir de tabi havada geçecek olan saatler var. Malum yol 3 saat 15 dakika. Her zaman yaptığım gibi, ortasında uyusam da üzülmeyeceğim bir film  açtım ve yarı uyur yarı izler filmi bitirdim. Sonra da umutsuzca biz yolculara sunulan ıvır zıvırlar  arasında dolaşmaya başladım. Elimde kumanda, oraya gir buradan çık, o açıldı, bu açılmadı derken,  kendimi Avustralya’yı konu alan bir belgeseli izlerken buldum. Dakikalar içinde belgesel git gide daha da ilginç bir hal almaya başladı. Avrupa’ya senede en az 10 kez seyahat eden biri iç