Ana içeriğe atla

Toronto İzlenimleri



Gerekli işlemleri yaptıktan ve ülkeye birer göçmen olarak girişimizi onayladıktan sonra yüzüne kocaman bir gülümseme yerleştirdi göçmenlik memuru. Bize döndü ve “Welcome to Canada” dedi. Saatler süren yıpratıcı bir yolculuğun ve kapıdan çıkınca karşılaşacağımız belirsizliğin ağırlığı bir an için de olsa kalkıverdi omuzlarımızdan. Gelmiştik işte. Bizi gülümseyerek karşılayan yeni bir ülkemiz vardı artık!

Bu yazıda buraya geliş maceramızı, yerleşme sürecinde yaşadıklarımızı, hissettiklerimizi değil; Toronto’nun bizde bıraktığı ilk izlenimleri aktaracağım. Yazıda bahsi geçecek olan her bir başlık ayrı ayrı incelendiğinde çok daha renkli yazılar çıkacak, eminim. Kış bastırmadan yapabildiğim kadar gezip fotoğraf çekmek istiyorum ki kentin dokusunu daha ayrıntılı biçimde, ayrı yazılar halinde aktarabileyim.

Bu yazıda göreceğiniz fotoğrafların çoğunu kenti tanımak üzere gezerken cep telefonu ile çektim. Böyle bir yazı yazarsam işime yarayacağını düşünerek.

Ve işte. Başlıyoruz..

Yonge Street, Toronto

Toronto’ya bu ilk gelişim değil. Daha önce Ottawa’da okurken yılbaşı tatili için birkaç günlüğüne gelmiştim. Yaklaşık altı aydır Ottawa’daydım ve ilk kez Kanada’da başka bir kenti ziyaret ediyordum. Otobüsle Toronto’ya girerken trafiğin sıkışması ve tıpkı İstanbul’daki gibi adım adım ilerlemesi bana gizli bir sevinç vermişti. Özlediğim, bildiğim bir şeydi bu. Sessiz sakin Ottawa’nın aksine burada insanlar vardı demek! Şehir merkezindeki gökdelenleri, ışıklı panoları gördüğümde ise Kanada’ya gelişimden beri ilk kez Kuzey Amerika’da olduğumu duyumsamıştım. Bu da bana ayrı bir sevinç vermişti. -20 derecelerde dolaşan havaya inat saatlerce sokaklarda yürümüş, insanları, binaları, yolları gözlemiştim.

Daha sonraki yıllarda, hem Ottawa’dan hem de Türkiye’den gezmek amaçlı geldim Toronto’ya. Her seferinde biraz daha tanıdım kenti. Ama her uğrayışımda en çok 3 gün kalabildiğim bu dev şehir hakkında bildiklerim hala çok sınırlıydı. Şimdilerde bu eksikliği gidermek için olsa gerek, fotoğraf makinemi bile almadan, kimi günler bisikletim ile sokak sokak dolaşıyor, yeni doğmuş bir çocuğun hayatı tanımaya çalışması gibi dünyanın bu noktasındaki yaşamı, değerleri, olayları, yerleri ve yolları tanımaya çalışıyorum.


Jane Street ve Çevresi

Kendimize ev ararken buraları bilen, akıl danışacağımız, fikir soracağımız kimsemiz olmamasının eksikliğini biraz hissettik doğrusu. Toronto'nun içinde oturan ve bize “Aman Jane Street’ten uzak durun” diyecek bir dostumuz olsaydı, işlerimiz belki biraz daha hızlanırdı! Zira ev ararken bir günümüzü bu dünyadan kopuk bölgede harcadık.

Jane Street Toronto’nun batısında, gündeyden kuzeye doğru uzanan bir cadde. Biz internetten bulduğumuz bir kiralık ev ilanının peşine düşmüş, dedektifler gibi iz sürerek adres ararken ilk tedirginliği evin yakınına kadar giden otobüse binince yaşadık. Nedendir bilmem, ama otobüsteki insanların büyük çoğunluğu insanı tedirgin edecek cinstendi. Giyim kuşamlarından mı, konuşma tarzlarından mı, ürkütücü bakışlarından mı, yoksa otobüsün içine yayılmış ağır kokudan mı kaynaklanıyordu bu, bilemiyorum. İnsanları renklerine göre ayırmak hiç doğru değil elbette ama eğer bir gözlem yapacaksak, otobüstekilerin büyük çoğunluğunun siyah tenli olduğunu da bir dip not olarak belirtmeliyim. Tehlike unusuru ten renginden değil, ekonomik ve sosyal dengelerden kaynaklanıyor elbette. Bunun analizini ileride yaparız belki.

Yol boyunca çevreye baktım. Yoksul bir bölge olduğu her halinden belli. Bahçe içinde sevimli evler var ama hiçbiri bakımlı değil. Kendi haline bırakılmış bahçeler, sararmış çimler, kırık dökük kaldırımlar. Belediye de mi bırakmış uğraşmayı? Yoksa bu derme çatma görüntünün mimarları mahallenin sakinleri mi? İnanın şu aşamada ben de bilemiyorum.


Varacağımız yere vardık. Üç katlı köhne bir bina. Yaşlı bir teyze geldi bize daireyi göstermek için. Kendisi de orada oturuyor. “Az önce polisi çağırmıştım” dedi, “Hızlıca eve bakıp çıkalım çünkü şimdi gelirler ve beni bulamazlar”. Güzel bir başlangıç, öyle değil mi?

Çok ağır bir kokunun dört bir yana sindiği, havasız ve ışıksız koridorda ilerlerken müstakbel komşularımızdan biri kapısını açıp dışarı çıktı. 20’li yaşlarında bir kız. Omzuna bir pazar çantası takmış. Çantanın içine çalışır durumdaki koca bir müzik setini tıkmış. Sesi açık, bangır bangır bağırıyor. Ağzında sakızıyla bizi şöyle bir süzdü, sonra çantasından yükselen müziğini dinleyerek –ve tüm komşularına dinleterek– uzaklaştı. “Ev alma komşu al” diyen büyüklerimiz bundan mı bahsediyordu acaba??

Evi anlatmıyorum. Tahmin edeceğiniz üzere, beğenmedik. Bizi gezdiren kadına “Bu çevre güvenli midir?” diye sordum, “Ben burada yaşıyorum, başıma bir şey gelmedi” dedi. “Ama Eglinton Caddesi’nin kuzeyine çıkmayın, oralar pek tekin değildir. Polis gelmiştir, haydi gidelim.”

Kapıdan çıktığımızda polis arabası yanaşmış, bekliyordu gerçekten. Polisle birlikte tekrar binaya girdi yaşlı teyze. Ne olmuştu, neden polisi çağırmıştı sormadık. Hava oldukça sıcak ve nemliydi. Hızlıca oradan uzaklaşmaktan başka istediğimiz bir şey yoktu. Bir otobüse binip tek bildiğimiz yere, şehir merkezine döndük. Daha sonra konuştuğumuz kişiler bize hep “Ne işiniz vardı Jane Street’te?” türünden sorular sordular. Biz de dedik ki, “Bir musibet bin nasihatten iyidir”.

Internet ansiklopedisi Wikipedia, Jane and Finch bölgesi için bakın ne demiş: “Bu bölge tüm Kanada’da suç çetelerinin en yoğun olarak bulunduğu yerdir. Devletten destek alarak yaşamını sürdüren aileler, sığınmacılar, göçmenler ve düşük gelirli bireyler ağırlıklı olarak burada yaşar.”

Ne diyelim. En azından gelecekte buraya yerleşmek üzere gelen tanıdıklarımız olursa, onlara verecek bir nasihatimiz var artık!

Toronto'nun şenlikli mahallesi
Kensington Market'ten bir görünüm

Kensington Market

Kensington Market, Toronto’nun en renkli mekanlarından biri. Birbirini dik kesen dört beş sokağı kapsayacak şekilde yerleşmiş, sürekli şenlikli bir bölge. Şenlikli diyorum çünkü antikacılardan giyim kuşam dükkanlarına, kafelerden baharatçılara, müşterilerine dünyanın dört bir yanından yemekler sunan restoranlara kadar pek çok dükkan birbirinin ardı sıra dizilmiş durumda. İnsanlar kaldırımlara sığmıyor, yolları işgal ediyor. Açıkça, alışıldık Kuzey Amerika kentlerine tezat bir çizgisi var.

Şehir merkezine oldukça yakın bir bölgede yer alıyor oluşu Kensington Market’in cazibesini arttıryor elbette. Yaz aylarında her ayın son Pazar günü bölgedeki sokaklara araçların girmesi yasaklanıyor ve tüm alan yayalarla bisikletlere kalıyor. Bu günlerde adım başı sokak müzisyenlerine ya da ressamlara rastlamak olası.


Toronto’da böyle bir mahallenin varlığının beni ne kadar memnun ettiğini anlatmam olanaksız. Zira eski plak ve antika eşyaları kurcalamaktan büyük keyif alırım. İstanbul’un bu konuda sunduklarıyla yarışamasa da, “İyi ki var Kensington Market” diyorum. İstanbul’un karmaşasını özlediğim günlerde uğrak mekanım olacağı kesin.

Burayı sıradışı kılan en önemli özelliklerden biri de bence dünyanın her bir köşesinden gelen kültürlerin temsil ediliyor oluşu. Bir Küba barını, bir Türk dönerciyi, bir Tibet kafesini, sokakta plak satan seyyar satıcıları, birbirinden renki tasarım dükkanlarını hep bir mekanda görmek insanı oldukça şaşırtıyor. Toronto’nun bir özeti gibi burası. Toronto da dünyanın bir özeti, sanki… Buradayız hepimiz… Nuh’un gemisine binmiş gibiyiz…

Kensington Market'te Küba Barı

China Town

Hong Kong’a gittiğimde kentin kimliğini belirleyen unsurları; sokaklardaki insan nüfusu, birbirleriyle yarışırcasına üst üste, alt alta dizilmiş renkli dükkan tabelaları ve adeta atmosferin bir parçası olmuşçasına her yanı saran yemek (veya yağ, emin değilim) kokusu olarak sıralamıştım. Bir de mantık sınırlarını zorlayacak ölçüde yüksek binalar, elbette…


Toronto’da gezerken tüm bunların yeniden karşıma çıkacağı hiç aklıma gelmezdi! Kensington Market’in hemen yanıbaşındaki bölge, adeta Hong Kong’un küçük bir kopyası. Chinatown, Spadina Street boyunca kuzeyden güneye doğru uzanıyor. Sokaklar kalabalık, her yanda Çin kökenli Kanadalılar var. Asya mutfağının dumanı burada tütüyor. Dükkanlarda durmuyor, dışarı çıkıp dört yanı kuşatmak için yarışıyor yemek kokuları. 


Spadina Caddesi üzerinde şöyle bir durup baktığınızda birbirinden renkli tabelalar çarpıyor gözünüze. Sokak ve cadde adlarını yazan tabelalar hem İngilizce hem Çince hazırlanmış. İster istemez “Neredeyim ben?” diye soruyorsunuz kendinize.

Sorunun cevabını ararken College Street’e çıkıp batı yönüne beş - on dakika yürüyorsunuz. Kafanız iyice karışıyor. Çünkü artık, kendine özgü kafeleri ve çeşit çeşit pizzacılarıyla sizi selamlayan Little Italy’nin tam merkezindesiniz! Yanınızdan geçip giden insanlar Çince değil, İtalyanca konuşuyorlar artık. Sokaklar daha temiz, daha süslü.

Tüm dünya küçülüp önünüze serilmiş sanki…

Dragon Alışveriş Merkezi ?!

Greek Town

Komşunun izleri burada çok güçlü. Greek Town, Little Italy kadar olmasa da sevimli bir mahalle. Kentin doğu yakasındaki Danforth caddesi üzerine kurulmuş olan Yunan mahallesinde yürürken tavernalar ve müşterilerine frappe sunan kafeler çıkıyor önünüze.

Bir kafenin önünden geçerken dayanamadım ve bir frappe aldım. Satıcı kız “Daha önce denediniz mi?” dedi, “Evet, Selanik’te içmiştim” dedim. “Oradaki gibi olur mu bilmem, ama yakın bir tat olduğunu söyleyebilirim” diyerek içimdeki ilk kuşkuyu doğurdu. Frappeyi tattığımda kızın gerçekten haklı olduğunu anladım. Bu benim bildiğim frappe değildi. Ama olsun, hava o kadar sıcaktı ki, elimdeki buz gibi içeceğin frappe mi yoksa başka bir şey mi olduğu pek de önemli değildi. Yunan mahallesindeki gezimi soğuk ve acı kahvemi yudumlayarak sürdürdüm.

Sokak isimleri burada da hem İngilizce hem de Yunanca yazılmış. Evlerin arasından geçerken verandada oturmuş insanlar gördüm. Kanada’da genelde evlerin ön bahçeleri boş oluyor, herkes ya evin içinde ya da arka taraftaki yalıtılmış bahçelerinde oturuyor. Burada durum farklı. Her evde değilse de bazılarının önünde oturup Yunanca sohbet eden insanlar var. Bu kadar uzakta karşılaşınca, yaşam tarzı olarak aslında komşuyla birbirimize ne kadar çok benzediğimiz daha kolay anlaşılıyor.


"Derya İçre Olup Deryayı Bilmeyen Balıktan da Tuhaf!"

Toronto ile ilgili izlenimlerim bu kadar değil elbette. Daha pek çok şey yazılabilir. İleride yazarım yine, diyor ve bu yazıya artık son veriyorum. Ancak bitirmeden önce hazır aklıma gelmişken, kentin suyla olan ilişkisine değinmeliyim.


Toronto, Ontario Gölü’nün kıyısında. Ontario Gölü, Marmara Denizi’nden daha büyük bir su kütlesi. Hal böyle olunca, deniz kıyısındaki diğer bildik kentlerden izler arıyor insan. Ama nafile. Böylesine büyük bir su kütlesinin yanıbaşında olup da bu sudan nasıl bu kadar uzak kalınabilir, anlamakta güçlük çekiyorum.

Kent merkezinin güney kıyısında göl ile temas edilebilen, en azından kıyısında yürünebilen yerler var. Ama o kadar az ki... Gölün hemen kıyısına özel şirketler ve fabrikalar kocaman binalar dikmiş. Erişim imkansız. Göle erişebildiğiniz yerlerde de, yüz ikiyüz metre yürüyorsunuz, sonra yine erişime kapalı alanlarla karşılaşıyorsunuz. Kent merkezinden yürüyerek göle gitmek isterseniz –ki aslında yürüyerek 10 dakikada alınması gereken bir mesafe– bu da neredeyse olanaksız. “Hiç insan geçmeyen pek sevimsiz yolların arasında onbeş yirmi dakika yürürüm” diyorsanız sorun yok. Suyla adeta iç içe yaşayan bir Avrupa kentinde olmadığınız gerçeğini yüzünüze bir tokat gibi çarpıyor Toronto’nun bu vurdumduymazlığı: “Siz artık Avrupa’da değil, Amerika kıtasındasınız ve buna alışsanız iyi edersiniz!”

  Kent merkezinden göl kıyısına
gelebilmek için tramvayı kullanmalısınız

Suya erişebildiğimiz bölgelerde yosun kokusunu ciğerlerimize çektik. “Keşke tüm kent göl kıyısında olsa” dedik. Memleket hasreti mi? Bilmem, belki de.

Toronto’nun doğu yakasında durum nispeten daha iyi. Beaches denilen bir bölge var ki, göl kıyısında oluşturulan plajlar ve devasa parklar el ele verip sorunu biraz olsun çözüyor. Batı yakasını bilmiyorum, henüz o bölgeye uğrama imkanımız olmadı..


Kanada’nın bu en büyük kentinde yaklaşık 6 milyon insan yaşıyor. Kent çevresinde olmasa da, merkeze yakın bölgelerde toplu taşıma sistemi oldukça iyi kurgulanmış. Kimi zaman, her ne kadar daha yavaş olsalar da, metro ile seyahat etmek yerine otobüs ya da tramvayı tercih ediyoruz. Bu bize yolculuk sırasında çevreyi görme ve tanıma imkanı veriyor. Bugüne dek bu sayede Hint Mahallesi’nin ve Kore Mahallesi’nin içinden geçtik, ama uzun uzadıya gezme olanağımız olmadı. Daha başkaları da var elbette. Portekiz Mahallesi, örneğin..

Daha görülecek çok ülke var Toronto’da…


Yorumlar

  1. selam toronto izlenimleriniz cok guzel ve cok faydali oldu .cunku 17 eylulde karikoca geliyoruz ve ev arayacaktik.simdi jane ve finch sokaklarindan uzak duracagiz.yazilarininzin devamini takip edecegiz. tesekkurler

    YanıtlaSil
  2. merhaba,

    ben de kocam ve kızımla 1-2 yıla dek tamamen göçmüş olacağım sanırım. permanent resident visa'mız çıktı zira..biraz daha para biriktirmeye çalışıyoruz.

    lütfen daha fazla gezin görün ve paylaşın, olur mu?

    nisan'da 10 gün ön gezi yapacağız, ama 10 gün şehrin huyunu suyunu ruhunu kavramaya yetmeyecektir kanımca.

    saygılar,

    zeynep işçen

    elifiscen@gmail.com

    YanıtlaSil
  3. bakalım benimde şuan ki hedefim Toronto da yeni yeniden bir hayat kurmaktır temeli

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Madam Katia'nın Şapkaları

2012 yılının Aralık ayında, Beyoğlu'da Galatasaray'dan Tünel'e doğru yürürken sağ kanattaki tarihi binalardan birinin altından geçerek girilen Hazzopulo (Hacopu) Pasajı'ndayım. Büyülü bir pasaj burası. Renk renk dükkanlar var içinde. Hediyelik eşya, takılar, süs malzemeleri, sahaflar ve yakın dönemde mantar gibi çoğalan çay kahve mekanları ile dolup taşan pasajda vitrini oldukça sönük bir dükkan var. Camekanın içine, vitrinin sadeliğine uyan küçücük bir tabela yerleştirilmiş: Şapkacı Katia .

Vancouver Git Başımdan Ben Sana Göre Değilim

Vancouver gezisinde kenara not aldığım bilgiler boşa gitsin istemedim ve ham bilgi olarak ekledim. Detayl ı  deneyimlerimizi aktard ı ğı m ı z  Vancouver yazı dizisine ise bu linkten ula şabilirsiniz.  Belki de Vancouver tam size göre bir şehirdir. Vancouver git başımdan ben sana göre değilim.  Ümitsizliğimi olsun anlasana  hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim.

Aç Kapıyı Melek, Ben Geldim

Mart ayında bir gün, bir Cuma günü. Saat öğleden sonra 4:30. Sabah hava sıcaklığı eksi otuz santigrat derece idi, şimdi ısındı biraz, yalnızca eksi on. Ah Ottawa, söyle yetmedi mi artık bu kış? İşten koşar adım çıkıyorum. Melek otoparkta beni bekliyor. Önce camları kaplamış olan buzu elimdeki uzun saplı plastik spatula ile bir güzel kazıyorum. Eğer dünyanın bu köşesinde yaşamayı hayal ediyorsa oralarda birileri, işte bu gerçeği de hayallerinin bir köşesine dahil etmeli. Zira spatulayla buz kazımak yemek yemek, su içmek gibi hayatın doğal bir parçası buralarda. Araçların camlarına yapışan kar taneleri buzlaşıyor, kaskatı kesiliyor. İşin yoksa her allahın günü kazı babam kazı.

İstanbullu Bir Turistin Gözünden Ottawa - 2

17 Haziran Cuma: Chateau Laurier diye oldukça büyük bir otelin arkasında bulunan Majors Hill park mükemmel bir yer, öğlen yemeğini yine Bottega'dan alıp bu parka yürüdük.  Çimenlerin üzerinde bir ağaç gölgesine oturduk. Parkta hula hup çevirenler, frizbee oynayanlar çocuklarını çimenlere salıp onlarla beraber yuvarlananlar, kitap okuyanlar, yanlarında getirdikleri darbuka benzeri (djembe) enstrümanları çalanlar hepsi burada. Mutluluk tepesi olmuş burası.  Karşımızda Parlamento binasının arka cephesi görünüyor ve biraz aşağı doğru bakarsak Ottawa Nehri ve karşı kıyı Quebec eyaletinin Gatineau şehri.